Kuyumculuk Sektörü Hakkında

Dün İMMİB Başkanı Sn. Mustafa Kamar ile İKO Pazarlama Danışmanı Sn. Aylin Gözen arasındaki röportajı izleme fırsatı bulunca bazı şeyler aklıma geldi.


Uzun yıllardır kuyumculuk sektörüne danışmanlık hizmeti veren birisi olarak birkaç tespitimi sizlerle paylaşmak istedim.


Şöyle ki; öncelikle kuyumculuk sektörü dışa kapalı bir sektördür. Halk tarafından çok bilinen bir sektör değildir. Halkımız, sadece altın alıp verdiği mağazaları bilir. Oysa ki, bu ürünlerin üretildiği imalathaneler, fabrikalar, toptan ve perakende mağazaları ile aslında çok büyük bir sektördür.
Son verilere göre 250.000 kişinin istihdam edildiği ve 6 bin üreticinin 40 bine yakın perakende mağazasının olduğu bir sektörden bahsediyoruz. Dünya mücevher liginde ise Hindistan, Rusya, Amerika, Çin’den sonra en büyük 5. pazarız. Aynı zamanda, üretimden ihracat yapan ilk 3 ülke ise Çin, İtalya ve Türkiye’dir.


2019 hedefi ise 6 milyar dolar olarak belirlemiş bir sektörden bahsediyoruz.
Tüm bunlar ışığında, röportajın bir yerinde Sn. Kamar şöyle bir ifade kullandı;

– biz bu salgından en çok etkilenen sektörüz! Pandeminin başladığı mart ayında İHRACATIMIZ % 99,50 küçüldü!
Bu demektir ki; sektör tamamen durmuş durumda.
Peki bu kadar etkilenen bir sektör Ekonomik İstikrar Paketinin içinde yer alabilmiş mi? Hayır!

Neden peki derseniz?
Sn. Kamar; hükümetin lüks bir sektör olması dolayısı ile ve siyasi polemiklere uğramamak için kuyumculuk ve mücevherat sektörünü destek paketinin içine alamadığını belirtti.

Bu ne demektir?
Bu sektörün aktörleri, kurumları, şirketleri kendilerini KAMUOYUNA iyi anlatamamış demektir. Yani lüks tüketim ve öncelikli olmayan bir sektör olarak algılanmaktadır.
Düşünün! Dünyanın en büyük 5 pazarından birisiniz, üretimden satış yapan ilk 3 ülkeden birisiniz ve destek paketlerinden yararlanamıyorsunuz.
Burada biraz, ÇUVALDIZI kendimize batırmamız gerektiğini düşünüyorum!
Sektör olarak bu kadar büyük bir istihdamı sağlarken, ihracat odaklı ve büyük potansiyel barındıran bir sektörü iyi ANLATAMIYORUZ.
Çünkü sektör, dışa dönük bir sektör değil!
Çünkü sektör, farklı kurumlarla temsil edilen ancak bir araya gelemeyen bir sektör!
Çünkü sektörü temsil eden ortak bir çatı örgütü bulunmamakta!
Çünkü sektör, daha çok kendi içinden yetiştirdikleri ile yani usta-çırak ilişkisi ile yürümeye çalışan bir sektör!
Çünkü sektör, dışarıdan profesyonel insan kaynağını kullanmakta imtina eden bir sektör!
Çünkü sektör makine, ekipman ve teknolojiye yatırım yaparken yeni iş modelleri, iş yapış şekilleri ve fikirlere çokta ilgi duymayan bir sektör!

Peki ne yapmalı derseniz?

  • Öncelikli olarak sektörün bütün bileşenlerinin (odalar, meclisler, işletmeler) bir araya gelerek bir strateji belirlemesi gerekmekte.
  • İlk fırsatta, sektörün ülke için yarattığı katma değeri kamuoyuna anlatacak tanıtımlar yapılması gerekmekte.
  • Bununla birlikte sağladığı istihdamı ve neler yapıldığını tüm kamuoyuna görsel ve yazılı medya da detaylı olarak anlatmak gerekmekte.
  • Ülkeye kazandırdığı dövizin ne kadar olduğu ve desteklenirse nasıl bir büyüklüğe ulaşabileceği kamuoyuna iyi anlatılmalı.
  • Yani öncelikle, kamuoyunda bulunan negatif imajın iyileştirilmesi ve lüks tüketim sektörü olarak ülkeye kazandırdıklarımızın iyi anlatılması gerekmekte.
  • Ülkede, imajı çok iyi olan sektörler neler diye düşündüğümüzde, başta otomotiv ve tekstil gelmektedir. Bu iki sektörün ülkemize büyük dövizler kazandırdığı, büyük istihdam sağladığı herkesin malumu. Peki aynı durumun mücevher sektörü için olmamasına sebep var mı?
    Yani demem odur ki; kendimizi kamuoyuna iyi anlatırsak iktidarı olsun, muhalefeti olsun halkın desteğini alırız. Sonrasında da devletin desteğini almak çok daha kolay olacaktır.

Makaleler kategorisine gönderildi | , , , , , , , , , ile etiketlendi | Kuyumculuk Sektörü Hakkında için yorumlar kapalı

Bu salgında ne yapmalı?

3. Aile Fonu kurabilirsiniz.

Kötü günlerde kullanmak için herkes kenara birşeyler koymaya çalışır. Ne ki, bir olumsuz durumda imdada yetişsin diye.
Yapılan araştırmalar Türk toplumunda tasarruf etme oranının çok düşük olduğunu gösteriyor.
Devlet tasarrufu teşvik etmek için bireysel emeklilik fonunu destekleyerek arttırmaya çalışıyor.
Bendeniz size farklı bir yöntem önermek istiyorum.
Aslında bu kısmi olarak annelerimiz tarafından uygulanıyor. Günler yaparak belli aralıklarla biraraya gelip para biriktiriyorlar.
Buradan yola çıkarak size önerim, aile bireyleri ve akrabalarınızla biraraya gelip bir AİLE FONU OLUŞTURUN. Ayda cüzi bir rakam ile başlayabilirsiniz. 10-15 akraba ile başlayın. Düzenli olarak her ay paranın birikeceğini göreceksiniz.
Bu birikimin, bir zaman gelecek herhangi bir ihtiyaçta ne kadar önemli olduğunu anlayacaksınız!
Fon üyelerinin hastalık, iş, kaza vb. gibi durumlarda hızlıca kullanabileceği bir birikim herkese güven verecektir.

4. Birkere bilmemiz gereken şu ki, sosyal mesafe ve izolasyon kavramı hayatımıza girmiştir.
Dolayısı ile uzunca bir süre bu kavramlarla yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor.
Salgının önüne tam anlamıyla geçilebilmesi için bir aşı üretilmesi gerekiyor. Bunun süresi de tahmini olarak 12-18 ay olarak ifade ediliyor.
Aşı bulunsa bile herkese yetecek kadar üretilmesi zaman alacaktır. Dünya nüfusunun 7,5 milyar insan olduğunu düşünürseniz herkesin aşı olması ciddi bir zaman gerektirmektedir.
Bütün bunlar ışığında yaşamımızı daha izole, daha korunaklı ve sosyal mesafeyi önceleyerek sürdürmemiz elzemdir.
İnsanoğlunun en büyük özelliklerinden birisi kolay adapte olmasıdır.
Bu ve bunun gibi durumlar bize öğrenme, ders alma ve önlem alma özellikleri kazandırmıştır.

6. Bireyselleşmenin arttığı günümüzde yapılması gereken, böyle zamanlar için biraraya gelmektir.
Böyle bir zaman için çok insanın, kurumun, devletin hazırlanmadığı belli. Peki bir sonraki için, bir sonrası için hazır mısınız?
Buna hazırlamak için 5N1K kuralını hatırlayın derim.

Neydi bu kural?
Ne,
Nasıl,
Neden,
Nerede,
Ne zaman,
Kim?

Öncelikle insanlar olarak bu birlikteliğin yöntemini bulmalıyz.
Sonra kurumlar olarak bu birlikteliğin yöntemini bulmalıyız.
En sonunda da devletler olarak bu birlikteliğin yöntemini bulmalıyz.

Unutmayın! Bu pandemi aslında bir ön uyarıcı.
Bundan daha büyük ve daha çok zarar verecek durumlarla karşılaşma ihtimalimiz yüksek!

Makaleler kategorisine gönderildi | , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Bu salgında ne yapmalı? için yorumlar kapalı

Bu salgın bize ne öğretti?

1. Tüm vatandaşların temel insani hakları olan BARINMA, SU, ELEKTRİK, ISINMA, TELEFON, INTERNET ihtiyaçları belli bir limit dahilinde DEVLET TARAFINDAN otomatik olarak karşılanmalıdır.
Belli bir çalışma süresine sahip olan ve bu sürede de devletine vergi veren tüm vatandaşlar, calışsın çalışmasın sosyal devletin gereği olarak bu haklara sahip olmalıdır.
Böylece issiz kalsa, hastalansa da, olası bir afet veya salgın durumunda da vatandaşlar ben ne olacağım derdine düşmez!

2. Çalışanlarına değer veren ve değer vermeyen ŞİRKETLER turnusol kağıdı gibi ortaya çıktı.
Böylece kimin çalışan dostu olduğu, kimin çalışan dostu olmadığı görüldü.
Gelecekte, çalışanlar için daha fazla tercih edilecek firmalar kendilerini çok iyi gösterdi.

3. Böyle zamanlarda bile her sektörde fırsatçıların ortaya çıktığı ve fiyatları istismar ettiği görüldü.
Dolayısı ile temel ürün üreticilerinin çok sıkı kontrol altında tutulması ve sürekli denetime tabi tutulması gerektiği ortaya çıktı.
Hiç ilgisi olmayanların, ürün toplayıp stoklayarak fahiş fiyatla satma çabalarına tanık olundu.
Gerekirse, stratejik ürünlerin üretiminin kamulaştırılması gerektiği ortaya çıktı.
Özel kuruluşların böyle zamanlarda bile insan öncelikli değilde kar öncelikli olduğu görüldü.

4. Planlama ve hazırlığın ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı.
Gerek insanların, gerek kurumların gerekse de ülkelerin ne kadar hazırlıksız olduğu görüldü.
Dolayısı ile bundan sonra herkesin ilk yapması gereken planlama ve hazırlık olacak.
A planı, B planı, C planı nedir bunları öğreneceğiz.
Birde NAKİT AKIŞININ ne kadar değerli olduğu anlaşıldı. Çünkü, böyle zamanlarda nakitiniz yoksa elinizdeki evlerin, hanların, hamamların bir önemi olmuyor!!!

5. Uzaktan çalışmanın nasıl olduğunu öğrendik.
Firmalar, fiziki olarak bir araya gelmenin tehlikeli olacağını gördükleri için saha ve üretimde olan çalışanlar hariç, personellerini evlerine göndermek zorunda kaldı.
Uzaktan çalışmak için gerekli altyapıya sahip firmalar daha avantajlı duruma geçti. Bu konuda yatırım yapmayan firmalar ise ne yapacaklarını bilemez duruma düştüler.
Bundan sonra birçok işin evden çalışılarak nasıl yapılacağına kafa yormaya başlayacağız.
Birçok firma koca koca ofisler kiralamanın ne kadar gereksiz olduğunu anlamış oldu!
Mesela, çağrı merkezleri artık evden çalışmaya göre şekillenecek gibi görünüyor.

6. E-Ticaretin çok hızlı büyüyeceğini gördük.
Evlerde otururken, marketlere veya mağazalara gidemezken ihtiyaçların temini için elektronik ticaret yapan işletmelere rağbet ettik.
Yaptığı ürün veya hizmetleri e-ticarete taşımamış firmaların ilk yapacağı iş sanırım bu olacak.
Bu şekilde ürün fotoğrafçılığı, görsel tasarım, elektronik ödeme sistemleri, hizmetleri değer kazanacak.
Ayrıca SEO, ADWORDS gibi dijital çalışmalar çok daha değerli ve gerekli hale gelecek.

7. Tasarrufun ne kadar değerli olduğu, israfa ise bir o kadar dikkat etmemiz gerektiği ortaya çıktı.
Böyle durumların sık sık karşımıza çıkacağını bilerek yaşamamız gerektiği görüldü.
Bu sebeple her insan, kurum veya devlet katı tasarruf kuralları oluşturmalı. Bu tasarruf kurallarına sıkıya bağlı kalmalı.
TASARRUF yaparken de, israfın önüne geçmek için çok net uygulamalar geliştirmeli.
Günümüzde yapıldığı gibi sadece kağıt üzerinde kalmamalı.
Artık konfor döneminin bittiğini anlamalı ve gelirimizle uyuşmayan bir yaşam peşinde koşmayı BIRAKMALIYIZ! Bu, hem insanlar hem kurumlar hemde devletler için geçerli olacak.

8. Yardımlaşmanın önemini ve gerekliliğini anladık.
Tüm dünyanın bireyselleşmeye doğru gittiği bu zamanda, tek başımıza sorunların üstesinden gelemeyeceğimizi gördük. Birbirimize ihtiyacımızın olduğunu fark ettik!
Bu durum hem insanlar, hem kurumlar, hem de devletler için geçerli hale gelmiştir.
Dolayısı ile komşumuzun (insanlar, kurumlar ve devletlere bakınca görüyorsunuz.) ne durumda olduğunu, bir ihtiyacı olup olmadığını merak eder hale geldik. İletişim kurup, konuşmaya başladık.

9. Ailenin ve akrabaların önemini anladık.

Evlere kapandığımız bu günlerde, ailemizle geçirdiğimiz zamanın ne kadar değerli olduğunu anlama fırsatımız oldu.
Aile bireyleri ile akrabalarla iletişimimiz çok daha fazla arttı.
Hayat koşuşturması içinde görmediğimiz, unuttuğumuz, fark etmediğimiz değerlerimizin farkına vardık.
En azından, akrabalarımızın ne durumda olduğunu daha fazla merak eder olduk.
Otel gibi kullandığımız evlerimizin kıymetini anladık.

10. Küçük dağları yaratmış gibi dolaşmanın anlamsızlığı ortaya çıktı.
Etrafınıza baktığınızda kasıla kasıla yürüyen insanları gördüğünüzde ve küçücük bir virüsün neler yapabildiğine tanık olunca şaşırıyor insan!
Bu aynı şekilde devletler içinde geçerli bir durum.
Baktığınızda diyorsunuz ki, ne heybetli ne güçlü ne büyük bir görüntü! Oysa ki, ne kadar aciz ve düşkün bir durumdayız.
Bunu anlıyor ve herkesin(insanların, kurumların, devletlerin) ne kadar çaresiz kaldığına tanık oluyoruz.
Eskiden padişahlar için söylenen bir söz vardır. “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!”
Bunu unutmamak gerekir…

11. Herkesin insan olarak eşit olduğunu gösterdi.
Zengini de fakiri de, eğitimlisi de eğitimsizi de, büyüğü de küçüğü de korkutan bir salgın.
Virüs kimseye ayrıcalık tanımıyor!
Her gün bir yerden yediğini içtiğini paylaşanlar da korkuyor. Evinde yiyecek ekmeği olmayan da korkuyor.
Bizi evlere tıktı mı? Tıktı!
Herkes birbirinden korkar oldu.

Yani korkuda eşitlendik!
Tırstık resmen!!!

12. Güvenli limanın ne kadar önemli olduğunu anladık.
Böyle zamanlarda insanlar güven arar. Kurumlardan, devletlerden güven verecek davranışlar bekler. Sözler demiyorum bakın davranışlar bekler!

Zor durumda kalan gemilerin sığınacakları liman araması gibi insanlarda sığınacakları bir liman arar!

İşte insanlarda çalıştığı işyerine, vatandaşı olduğu devlete güvenmek ister. Kendisini koruyacağını kollayacağını ve yanında olacağını bilmek ister. Bunları gördüğünde olası afetle baş etmesi daha kolay olacaktır.

Asıl olan insan olduğuna göre, tüm kurumlar ve devletler insanı güvende hissettirecek davranışlarda ve eylemlerde bulunmalıdır.

Makaleler kategorisine gönderildi | , , , ile etiketlendi | Bu salgın bize ne öğretti? için yorumlar kapalı

Yargılarımız ve Algılarımız

Yargı, Değer Yargılarımız, Ahlaki Yargılar ve Din Yargıları

Yargı nedir derseniz? Bir olgu veya kavramlar üzerine kurulu bir iddiayı dile getiren ifadelerdir. Yargılar, olgular alanına ve değerler alanına ait olmak üzere ikiye ayrılır.

Olgular alanına ait yargılar bilim ve bilgiye dair önerme (mantık) yargılarıdır. Bu yargılar kişisel değerlendirme içermez, bu nedenle kişiden kişiye değişmez (evrensel), kesin ve nesnel yapıdadırlar. Örnek vermek gerekirse;

  • Su 100 derecede kaynar.
  • Oyunda dört kadın, üç erkek oyuncu rol almış.
  • Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldığında 21 yaşındaydı.

Değer yargıları insanların olgulara yüklediği niteliklere bağlı olarak ortaya çıkan yargılardır. Bunlar kişiye bağlı değerlendirme içerdiklerinden özneldir. Kişiden kişiye değişir.

Bu tür yargılar, “bence, bana göre” anlamı taşır.

Örnek vermek gerekirse;

  • Dostluğun olmadığı yerde insanca hiçbir değerin gelişebileceğine inanmıyorum.
  • En iyi tatil, ormanda yapılan tatildir.
  • İyi bir romancı, şiir yazamaz; ama iyi bir şair, roman yazabilir.

Değerler alanına ait üç türlü yargı vardır. Bunlar estetik yargılar (güzel, çirkin), dini yargılar (sevap, günah) ve ahlak yargılarıdır (iyi, kötü).

Ahlak yargıları iyi veya kötü olarak nitelendirilen eylemlere dayandırılır. Bu eylemler iyinin yapılması ve kötünün yapılmamasını gerektirir. Bu nedenle normatif (kural koyucu) tir. Ahlak yargıları özneldir. Yani kişiden kişiye, zamandan zamana ve toplumdan topluma değişiklik gösterebilir.
Din yargıları ise değişmez bir yapıda olup, kutsal sayılan din kurallarına dayanır. Eleştirilemez bir yapıdadırlar (dogmatiklik).

Estetik yargılar ise güzeldir veya çirkindir şeklinde beğeniye dayalı yargılardır. Akla değil, duygu ve sezgilere dayanır. Bu özellikleri nedeniyle öznel bir yapıdadırlar.

Şimdi bu bilgiler ışığında biz nasıl davranıyoruz? Dışarıdan bize neler aktarılıyor ve yönlendirilmeye müsait miyiz?

Hayatımızı yargılar yönetmektedir. Yaşamımızın önemli bir bölümünü karar verirken yargılarımızla belirleriz. Bunu yaparken de mantığımızı ve değerlerimizi kullanırız. Şöyle düşünün; siz hayatın akışında daha çok MANTIĞINIZ ile mi? Yoksa DEĞERLER ile mi hareket ediyorsunuz?

Eğer mantığınız ile hareket ediyorsanız, gerçeklere dayalı bir yaşamınız var demektir. Yok eğer değerler ile hareket ediyorsanız daha çok varsayımlarla hareket ediyorsunuz demektir.

Toplumlarda böyledir. Gerçeğe dayalı verileri ve bilgileri önemseyen toplumlar ile varsayımlara dayanan toplumların davranışları farklıdır.

Burada önemli olan, bunların nasıl yönetildiğidir!

Birileri sizin nasıl karar verdiğinizi çözmüşse ona göre hareket eder ve sizi yönlendirmeye kararlarınızı etkilemeye çalışır. Bunu yaparken amacı sizi kendi istediği noktaya getirmektir.

Etrafınıza baktığınızda kararlarını ön yargılarına göre alanların nasıl kolayca yönlendirilebildiğini göreceksiniz. Çünkü bu kişiler ve toplumlar mantık harici davranışlar sergilerler. Onlar için kendi gördükleri önemlidir. Gerçeklerin öyle olmasının önemi yoktur. Onların doğruları, EN DOĞRUDUR! Onlardan daha iyi bilemezsiniz. Siz ne kadar mantık çerçevesinde gerçekleri açıklamaya çalışın inanmayacaklardır.

Burada devreye ALGI girmektedir.

Peki NEDİR ALGI? diyeceğinizi tahmin ediyorum. Bizim, kurumumuzun, toplumumuzun dışarıdan NASIL GÖRÜNDÜĞÜMÜZDÜR?

Biz birçok davranışımız, yaptığımız işler, yapmadığımız işler, kararlarımız vb. ile bilerek veya bilmeyerek dışarıya mesajlar veririz. Bu mesajlar sonucunda bizim için bir algı oluştururuz.

Çevremdekiler beni hangi değerlerimle hatırlıyor? Bir gün çıkıp şöyle bir sorsam, beni hangi kelimelerle tanımlarlar? Başarılı, güçlü, güvenilir, kararlı, vizyoner? Yoksa öfkeli, çabuk karar veren, önyargılı, kararsız biri olarak mı tanınıyorsunuz? Peki kurumunuz? Çalışanlarınızın ya da iş arkadaşlarınızın, müşterilerinizin, iş ortaklarınızın kurumunuzu nasıl algıladıklarını düşündünüz mü? Acaba kendinizi tanımlarken kullandığınız kelimelerle, onlarınki ne kadar örtüşüyor? Peki, kurumunuzu temsil eden ekip arkadaşlarınız, dışarıdan nasıl algılanmanızı sağlıyorlar?

Buradan bir de dış dünyayı nasıl algıladığınıza bakalım… Amerika denilince aklınıza neler geliyor? Avrupa’yı hangi kelimelerle tanımlarsınız? Arabanızı, evinizi, giydiklerinizi ya da yemek yediğiniz restoranı seçerken hangi değerler ön plana çıkıyor? Neden arabanız mutlaka Alman markası olmalı? Elektronik denilince neden Fransız ürünlerine prim vermiyor, doğrudan Japon markalarına yöneliyorsunuz? Hangisinin daha iyi olduğuna nasıl karar veriyorsunuz? İyi bir marka, tüm ülkenin ürünleri için nasıl tek bir doğru oluşturabiliyor? (Ali Saydam, Türkiye’nin algılama yönetimine ihtiyacı var, KOBİ finans)

Toplumsal Algı nedir?

Bireyin içinde yaşadığı toplumun etkisi ile kişi, nesne ya da durumları algılayıp tutumlar oluşturmasına sosyal algı ya da toplumsal algı denir

Toplumsal algının değişik türleri vardır.

Yansıtıcı algı: İnsanın karşıtı olan bir başkası için edindiği algıların aynısının başkalarınca da edinildiğini sanmasıdır; bir insandan korkan kişinin başkalarının da korkacağını düşünmesi gibi.

Seçici algı: Bireyin kendince değerli gördüğü özelliklere göre başkalarını ölçmesi

Karşılaştırıcı algı: Tanıdığı, beğendiği bir insanın özelliklerini temel alarak karşılaştırma yapılarak algılama, genelleştirme

Dengeleyici algı: Aynı anda algılanan iki kişinin arasında görülen ilişkinin, o iki insanın kendilerince de algılandığını sanma

Basmakalıplaştırıcı algı: Bir kimseyi kendi gerçek özelliklerinden çok üyesi olduğu grup ya da toplumun algılanmış özelliklerine göre algılamasına denir (Ansiklopedika)

Gördüğünüz gibi mantıki seçimler, önyargılarla oluşturulan değerler ve sonrasında algı.

Bunların birbirlerinden ayrılmaz noktada olduklarını fark etmişsinizdir.

Biz karar verirken yargılarız! Sonucunda verdiğimiz kararlarla bizimle ilgili, şirketimizle ilgili, toplumumuzla ilgili algı oluştururuz.

Birçok kişi, şirket, ülke, toplum bunu yönetmeye ve OLUMLU ALGILAR oluşturmaya çalışır. Çünkü bizleri ALGILAR YÖNETİR!

Burada amaç, iletişim içinde olduğunuz herkesin (bu insan olabilir, toplum olabilir, şirket olabilir, ülke olabilir) algısını değiştirebiliyor musunuz? Ya da yönetebiliyor musunuz?

Nasıl algılanıyorsanız, ona göre davranışlarla karşılaşıyorsunuz!

UNUTMAYIN! BU ALGIYI SİZ, KURUMUNUZ VEYA TOPLUMUNUZ OLUŞTURDU.

KAYNAKÇA:

  • Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 3. Sınıf “Çağdaş Felsefe Tarihi” Dersi Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı
Makaleler kategorisine gönderildi | , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yargılarımız ve Algılarımız için yorumlar kapalı

Saygı Ama, Neye Saygı?

Rolex Saat, CARTIER Mücevher, VERSACE Giyim, GIORGIO ARMANI Giyim, GUCCI Giyim, CHRISTIAN DIOR parfüm, LOUIS VUITTON Çanta, Ferrari, Mercedes, Rolls-Royce, Jaguar, BMW, RALPH LAUREN Giyim, PRADA Giyim, DONNA KARAN Giyim, FENDI Giyim, CALVIN KLEIN Giyim, DOLCE & GABBANA Giyim, IPhone Telefon, bunları uzattıkça uzatabilirsiniz.

Şimdi diyeceksiniz ki bunları neden yazdın ki?

İnsanlığın var oluşundan beri ihtiyaçlarından birisi de ‘Saygı’ görme isteğidir.

Saygı görmek, her insan için çok önemlidir. Peki, insanlar saygı görmek için ne yapıyorlar?

Günümüzde çoğu insan, sahip olduğu araba, ev, telefon, kıyafetler veya kazandığı para ile saygı görme peşinde!

Bunlara sahip olduklarında saygı göreceklerini düşünmekte ve hatta bilmekteler.

Oysa ki insanlar, size değil aslında telefonunuza, arabanıza veya kıyafetinize saygı duyuyorlar. Yani kişi olarak size değil, o eşyalara saygı duyuyorlar! Kalitenize, bilginize, tecrübenize veya yetkinliğinize sahip olduğunuz eşyalardan daha az saygı duyuyorlar.

Bunun ne kadar farkındasınız?

Nasrettin Hoca’nın “Ye kürküm ye!” hikayesini bilmeyeniniz yoktur.

Yani demem odur ki, günümüzde olanlar, insanlık tarihi boyunca yaşanan şeyler. Aslında çokta şaşırmamak gerekir. Zira, insanoğlunun bu her şeye sahip olma hırsı olduğu sürece, sahip olunan eşyalara karşı saygıda hiç bitmeyecektir!

Makaleler kategorisine gönderildi | Saygı Ama, Neye Saygı? için yorumlar kapalı

Yetişmiş İnsan Gücü

Kuyumculuk ve Mücevherat Sektöründe yaşanan ‘Kalifiye İnsan Gücü İstihdamı’ probleminin sebepleri konusunda deneyimlerimi ve gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Bana göre, bu sektörde iki şekilde istihdamda da sorun var. Birincisi “Yetişmiş Ara Eleman” dediğimiz Meslek Liseleri ve Yüksekokullardan bu sektöre yeterince insan gücünün gelmemesi.

İkincisi de “Profesyonel Yönetici” dediğimiz, üniversite mezunu, farklı sektörlerde deneyim kazanmış, üst yönetim kadrolarının bu sektöre yeterince ilgi duymaması veya duyanlarında hızlı bir şekilde bu sektörden çıkmaları.

Öncelikle; bu sektörün, ara eleman dediğimiz kadroları kendisinin yetiştirmesi ve sektöre katması gerekmektedir. Bunun için bazı çabaların olduğunu görmekteyiz. Ancak bunlar yeterli olmamaktadır. Zira hala çoğu meslek liselerinin Kuyumculuk Bölümlerinde verilen eğitimler ve kullanılan ekipmanlar güncellikten uzaktır. Bu eğitim ve ekipmanların, sektörün desteğiyle hızlıca yenilenmesi gerekmektedir.

Meslek Yüksekokullarının Kuyumculuk Bölümlerinin de hızlı bir şekilde çoğaltılması ve kalifikasyonunun arttılması gerekmektedir.

Bunların yanında, var olan okullardaki eğitimcilerle, sektör işverenlerinin çok yoğun iletişim içerisinde olmaları ve bu eğitimcilerin de desteklenmeleri gerekmektedir.

Gelelim sektöre profesyonel yöneticilerin yeterince ilgi duymamasına yada duyanların hızlı bir şekilde sektörden çıkmalarına.

Öncelikle sektör işverenleri, profesyonel yöneticilerle çalışmaya hazır mı ona bakmak gerekir. Bence hala sektörün büyük kısmı buna hazır değil. Neden derseniz? Çoğu işveren, bu yöneticilerin, getirecekleri yeniliklere hazır değil. Hele birde kötü bir deneyim yaşamışlarsa, dışardan gelecek profesyonellere kapıyı tamamen kapatıyorlar.

Bu durumda sektör, farklı deneyimlerden uzak, kendi içinden yetişen personeller ile çalışmaya devam ediyor.

Bu sektörün büyüme ve gelişme potansiyeli çok yüksek iken, bunu geliştirme noktasında zayıf kalınıyor.

Birde şöyle kalıplaşmış klişe bir yaklaşım sergileniyor; “kuyumculuk hiçbir sektöre benzemez”

Kuyumculuk hiçbir sektöre benzemez derken ne kastediliyor, tam açıklayabilen de yok!

Ne yani, kuyumculukta tasarım yok mu? Üretim yok mu? Pazarlama satış yok mu? Bunların hepsi var.

Eeeee, bunlar diğer sektörlerde de var!

Makaleler kategorisine gönderildi | Yetişmiş İnsan Gücü için yorumlar kapalı

Türkiye’de aile şirketleri, babalar ve çocukları arasındaki ilişkiler

Mutlaka duymuşsunuzdur. Aile şirketlerinin ömürleri çok uzun olmamakta ve şirket 2. veya 3. kuşağa ulaşamadan kapanmakta ya da tasfiye olmaktadır.

Türkiye’de şirketlerin % 98 ‘ inin aile şirketi olduğu düşünülürse, sorunun ne kadar büyük olduğunu fark etmişsinizdir. Bir istatistiğe göre de aile şirketlerinde 2. Kuşağa geçme oranı % 15-20 arasındadır. Yaklaşık şirket ömürleri de 20-30 yıldır.

Ancak sizin de bildiğiniz gibi dünyada ve Türkiye’de bu süreci iyi yönetip uzun süre hayatta kalan şirketlerde vardır. Mesela Ford, Michelin, Ericsson, Peugeot, Loreal, Koç, Eczacıbaşı, Doğuş, Zorlu, Vakko, Sabancı, Boyner, Bodur, Demirören, Borusan gibi.

Peki, acaba işin sırrı nerede dediğinizi duyar gibiyim.

Aslına bakarsanız şirket sahiplerinin oturup şunu düşünmesi ve bir karar vermesi gerekmektedir. Ben bu şirketi kendi bilgi, birikim ve tecrübelerimle bir noktaya getirdim. Bir nevi bu şirket ya da şirketler benim çocuğum. Ben bu çocuğun daha uzun süre yaşaması için ne yapmalıyım?

Ne yapacak tabii ki çocuklarına bırakacak diyorsunuz değil mi?

Peki, şirket sahipleri çocuklarına bu şirketleri nasıl bırakacak ya da bırakmalı? İşte esas sorun burada başlıyor. Öncelikle çocuklar eğitimleri bitince babalarının şirketinde çalışmaya başlıyorlar. Tabii bu çalışmanın nasıl olacağı önceden belirlenmeden ve bir zaman planlaması yapılmadan çocuklar çalışmaya başlıyorlar.

Çocuklar büyük bir şevkle işe koyuluyorlar; kendilerini göstermek ve farklılık yaratmak için yenilikler getirmeye çalışıyorlar. İşte burada sorun başlıyor. Zira şirketin kurucusu ve sahibi baba ile çatışmalar başlıyor. Çünkü baba çocuklarının hata yaparak şirkete zarar verecekleri kaygısı ile birçok şeye hayır demeye başlıyor. Tüm işlere müdahale ediyor.

İşe büyük bir şevkle ve motivasyonla başlayan çocuklar bir süre direnmeye ve kendi düşüncelerini hayata geçirmeye çabalıyorlar. Ancak sürekli olarak Yönetim Kurulu Başkanı’ndan olumsuz yanıt alınca sorunlar ve tartışmalar çıkmaya başlıyor. Bu durum aile ilişkilerine de yansımaya ve işte olan sorunların ve tartışmaların aile içinde de devam etmesine sebep oluyor.

Bu sürüp gitmeye devam ettikçe, kopmalar oluşmaya başlıyor. Çünkü çocuklar sürekli müdahale eden ve her şeye karışan babaya karşı çaresiz kalıyorlar ve motivasyonlarını ve performanslarını kaybetmeye başlıyorlar. Sonuç olarak şirket babadan sonra çocuklarına devredilemeden onunla birlikte yok oluyor.

Bunun önüne geçmek için neler yapılmalı?

  • Öncelikle, şirketinizin uzun yıllar yaşamasını ve faaliyetini devam ettirmesini istiyorsanız, kurumsallaşmaya çalışmalısınız. Bunu yaparken de aile bireylerinin bu yapının neresinde olması gerektiğini belirlemeli, bir plan ve strateji oluşturmalısınız.
  • Bunun için aile bireyleri ile oturup bir çerçeve çizmelisiniz. Kurumsallaşma için yönetimde profesyonel insanlarla birlikte olmalısınız. Şirketin her bölümüne aile bireylerini koymadan profesyoneller ile aile bireylerinden bir takım oluşturmalısınız.
  • Aile bireylerinin mümkünse ilk iş tecrübeleri sizin firmanız olmamalı. En az 3-5 yıl farklı şirketlerde deneyim kazanmalarını sağlamalısınız.
  • Aile bireylerinin firmanızda her bölümde çalışmasını ve şirketi iyice öğrenmelerini sağlamalısınız.
  • Firmanızda çalışan aile üyelerinin performanslarını izlemeli ve şirketi kime emanet edeceğinize ona göre karar vermelisiniz.
  • Şirket içi sorunların, aile içine taşınmasına izin vermemelisiniz.
  • İş ve görev tanımlarını yapmalı ve yazılı kurallar haline dönüştürmelisiniz.
  • Çalışanlarınıza adalet ve sadakat duygusu ile yaklaşmalısınız.
  • Sonuç olarak şirketinizi devredeceğiniz kişiye güvenmeli, kararlarına saygı duymalı, konumunu güçlendirmeli, onlara özellikle çalışanlarınızın yanında müdahale etmemelisiniz. Konuşmak istediğiniz konuları Yönetim Kurulu toplantılarında dile getirmelisiniz.

Bunları yaptığınız takdirde şirketinizin 2. veya 3. kuşağa geçebilmesinin önünü açmış olursunuz.

Makaleler kategorisine gönderildi | , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Türkiye’de aile şirketleri, babalar ve çocukları arasındaki ilişkiler için yorumlar kapalı

Müşterilerle iletişim ve müşteri sadakati

Yazıma, aşağıda belki de birçoğunuzun bildiği bir olayı sizlerle paylaşarak başlamak istedim. Şöyle ki;

*Porsche firması, 1983 yılında otomotiv sektöründe yankı uyandıracak teknik donanıma sahip bir otomobille pazara girer. Müşterilerinden gelen her türlü yorum ve fikirlere açık olan yönetim, aracın piyasaya sürülmesinden
2 ay sonra ilginç bir şikâyet mektubuyla karşılaşır.

Müşterinin şikâyeti sudur: “Adim Danny Troatman. New Jersey’de yaşıyorum. Eşim ve çocuklarımla her akşam film seyretmeden önce şehir merkezinde bulunan markete dondurma almaya gidiyorum. Bir ay önce aldığım Porsche marka arabamla tabii ki…
Fakat ne ilginçtir, ne zaman çikolatalı veya meyveli dondurma alıp
arabama dönsem, araç çalışmıyor. Oysa vanilyalı aldığım zaman aracım rahatlıkla çalışıyor. Bunun bir kaç kere denedim ve her seferinde aynı sonucu aldım. Yardımlarınız için şimdiden teşekkürler”

Bu olay Türkiye’de olsa ne olurdu? Muhtemelen mektubunuz ciddiye alınmayıp silinirdi. Ama hayır! Porsche firmasındaki yetkililer
derhal adı geçen bölgeye bir mühendis gönderiyorlar ve sebebini öğreninceye kadar orada kalmasını söylüyorlar. Ertesi gün mühendis New Jersey’e varıyor ve Bay Troatman’la hemen temasa geçiyor. Aynı akşamdan başlamak üzere her akşamüstü mühendisimiz ve Bay Troatman dondurma almak üzere markete gidiyorlar. Gerçekten de çikolatalı ve meyveli dondurma alındığı zaman araba çalışmıyor, vanilyalı alındığı zaman ise rahatlıkla çalışıyor.

Mühendis başlangıçta bu olaya şaşkınlıkla bakıyor fakat bilimsellikten uzaklaşmamaya gayret ediyor. Aradan yaklaşık bir ay geçiyor. Bay Troatman ile her gün markete giden mühendis, sonunda olayı çözüyor. Yeni model Porsche arabalarda kullanılan soğutma sistemi, araç durdurulduktan hemen sonra devreye giriyor ve motor belirli bir ısıya düşene kadar motoru kilitliyor. Markette en çok satılan dondurma ise vanilyalı.

Bu yüzden vanilyalı dondurma tezgâhı önünde sürekli sıra oluyor. Bay Troatman sıraya girip dondurmasını alana kadar geçen süre, motorun soğuması için yeterli oluyor. Fakat çikolatalı veya meyveli dondurma tezgâhı önünde sıra olmadığı için dondurmayı hemen alıp aracına geri dönüyor. Motor ise kilitli olduğu için araç çalışmıyor. Mühendis, raporunu yönetime sunuyor. Piyasadaki araçlar geri toplanıp, gerekli ayarlamalar yapılıyor ve müşterilere yeni haliyle teslim ediliyor.

Şimdi bir düşünün bakalım sizler müşterilerinizden gelen şikayetlerinizi ne kadar önemsiyor ve bu şikayetlerle ilgili ne tür çalışmalarda bulunuyorsunuz?

Müşterilerinizin şikâyetlerini veya sorunlarını bildirecekleri bir kanal oluşturduğunuzda, aslında müşterilerinizi dinlemeye başlıyorsunuz.

Peki, müşterilerinizi dinlediğinizde ne oluyor? Aslında ürününüzü geliştirmek için size bir fırsat kapısı açılıyor. Sattığınız bir ürünü veya mamulü en iyi kim değerlendirebilir? Tabii ki müşterileriniz.

Bir düşünün bakalım, siz bir ürün ürettiniz ve satmaya başladınız bu ürünün gelişmiş bir sürümünü veya yeni bir modelini çıkarmaya nasıl karar verirsiniz? Bu ürünler tuttu ve iyi sipariş alıyor dediğiniz ürünleri satmaya devam edersiniz değil mi?

Peki, sadece bu bakış açısı satışlarınızı artırmaya yeter mi?

Öncelikle ürününüzle ilgili müşterilerinizin görüşlerini almaya ve onları dinlemeye çalışmalısınız. Müşterileriniz sizleri yönlendirecektir.

Öncelikle yapmanız gereken, müşterilerinizden gelen istek, öneri, şikâyet, sorunları kayıt edecek ve değerlendirecek bir bölüm oluşturmaktır. Daha sonra müşterilerinizle iletişim kuracağınız ve onların her türlü istek, şikâyet, öneri, sorunlarını alacağınız telefon, e-posta, faks gibi bilgilerinizi paylaşmanızdır.

Şimdi diyeceksiniz ki zaten az kişi ile çalışıyoruz, bu iş için birde eleman mı çalıştıracağız. Bunun için ilk etapta özellikle bir kadro kurmanız gerekmiyor. Mevcut personeliniz içinden bu işi yapabilecek birisini görevlendirerek işe başlayabilirsiniz. Müşteri istek, öneri, şikâyet, sorunlarını takip edip, çözümler ürettiğinizde göreceksiniz ki, müşteri sadakati yaratacaksınız.

Müşteri, öncelikle güven ister. Aldığı ürünlerle ilgili ürünü satana kadar ilgi gösteren değil, esas olarak sattıktan sonra da aynı ilgisini devam ettiren firmalardan alışveriş yapar. Müşteri size güvenirse hem kendisi alışveriş yapmaya devam eder, hem de çevresini sizden alışveriş yapması için teşvik eder.

Ayrıca ürününüzle ilgili olarak çıkabilecek sorunları çözmek içinde “satış sonrası destek hizmeti” vermeniz gerekmektedir. Zira ürünü sattığınızda işiniz bitmiyor, bu ürünle ilgili müşterilerinizin yaşayabileceği her türlü sorunu çözebilmeniz gerekmektedir.

Müşterilerinizle kurduğunuz bu iletişim kanalları ile “Sadık Müşteri“ oluşturmanız çok daha kolay olacaktır.

Kısaca müşterilerinizle her türlü kanaldan iletişim kurmaya ve onları dinlemeye devam etmelisiniz. Bu çalışma kısa süreli bir çalışma olmamalı, sürekli bir şekilde devam etmelidir.

“Değişimi başlatanların ilk işi, alışkanlıkları ortaya çıkarmaktır; onları değiştirmeye çalışmak değil.” Gary Hamel

*http://edunya.blogspot.com/2005/06/mteri-memnuniyeti-zerine.html

Yazar: Neyran Tarih: Perşembe, Haziran 30, 2005

Makaleler kategorisine gönderildi | , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Müşterilerle iletişim ve müşteri sadakati için yorumlar kapalı

Öğrenilmiş çaresizlik kavramı

Sizinle bir kavramı paylaşmak ve bunun işletmelerle ilgisini irdelemek istiyorum.

Nedir Öğrenilmiş Çaresizlik?

Dr. Seligman ve çalışma arkadaşları tarafından bulunan bir psikoloji terimi olan öğrenilmiş çaresizlik (learned helplessness), hayvanların ya da insanların, karşılaştıkları olumsuz olaylar üzerinde kontrollerinin olmadığını düşündükleri durumlarda ortaya çıkan apati(duygusuzluk) durumuna denir.

Bu rahatsızlığı olan kişi, daha önce yaşadığı olumsuzluklarla tekrar karşılaşmaktan kaçınmak için çaba sarfetmez. Seligman’a göre, bireyin olumsuz olaylara maruz kalmasıyla gelişen öğrenilmiş çaresizlik duygusu; motivasyonsuzluk, uyumsuzluk, pasiflik, depresyon, umutsuzluk, eylemlerin sebepleri ve sonuçlarıyla ilgili bir bağ kuramama gibi sorunlara neden olmaktadır.

Öğrenilmiş Çaresizlik Deneyi

1965’in başlarında, Martin E. P. Seligman deneyinde, herhangi bir deneye tabi tutulmamış 24 tane köpek aldı ve onları üç gruba ayırdı.

Birinci gruptaki köpeklere “kaçış grubu” adını verdi, beyaz bir kabinin içerisine yerleştirilmiş bir hamağa sarmalanmış bir halde yatarlarken, arka ayaklarından 500 voltluk zararsız bir elektrik şoku uyguladı. Bu gruptaki köpekler kabinde kafalarının bir yanındaki paneldeki  bir düğmeye basarak şoku kesme imkânına sahiptiler. Eğer 30 saniye içinde düğmeye basılamazsa şok kendiliğinden kesiliyordu. Bu köpekler düğmeye basmayı hızla öğrendiler ve gittikçe daha az sürede düğmeye basmayı başardılar.

İkinci  gruba  “boyunduruk grubu” adını verdi  ve bunlar  “kaçış grubu ile aynı şartlar altında şoka maruz bırakılıyorlardı. Ancak bu köpekler düğmeye bassalar bile şok kesilmiyordu. Bu köpeklere uygulanan şok süresi kaçış grubundaki bir köpeğe uygulanan kadardı. Böylece kaçış ve boyunduruk grubu aynı sürelerde şoka maruz kalıyorlardı. Ancak boyunduruk grubu  panele bassa bile şok kesilmediği için 30 denemeden sonra paneldeki düğmeye basmaktan vazgeçiyordu.

Üçüncü gruptaki köpekler ise “kontrol grubuydu” ve  herhangi bir şoka maruz kalmıyorlardı.

24 saat sonra tüm köpekleri kısa bir çitle iki bölmeye ayrılmış kapalı bir alana götürdüler. Köpeklere 10 kez şok veriliyor ve köpeklerin bu 10 denemenin birinde duvarın üstünden karşı tarafa atlayarak şoktan kurtulacakları umuluyordu. Kaçış grubu  ve kontrol  grubu kurtulmada hemen hemen aynı başarıyı gösterirken,  “boyunduruk grubu” diğer gruplardan önemli ölçüde farklılık gösterdi. Bu  gruptaki 8 köpeğin 6 sı 10 denemeden sonra bile duvarın üzerinden atlayıp şoktan kurtulamadı. Bir hafta sonra ise bu 8 köpeğin 5 i hala 10 denemenin herhangi birinde karşıya atlamayı beceremiyordu. Bu gruptaki köpeklerin %75’i neredeyse karşıya hiç atlayamıyor, %62,5’i ise yedi gün geçmesine rağmen hala başarısızlıklarını sürdürüyorlardı.

Deneyin sonuçları tuhaf biçimde ikinci gruptaki köpeklerin çaresiz olmayı öğrendiklerine işaret ediyordu.

Öğrenilmiş çaresizlikle ilgili olarak hayvanlar üzerinde yapılmış diğer bazı ilginç deneyleri sizlerle paylaşmak isterim.


KÜÇÜK BALIKLARI YİYEMEYEN KÖPEKBALIĞI
Araştırmacılar bir köpekbalığını oda büyüklüğündeki bir cam bölmeye koymuşlar. Cam bölmenin diğer tarafında da balıklar var. Köpekbalığı ne tarafa gitse cam bölmeye çarpmış. Bir süre sonra cam bölmeye çarpmamayı öğrenmiş. Çünkü ne kadar uğraştıysa da diğer taraftaki balıklara ulaşamamış. Köpekbalığı 21. günden sonra cam bölmelere hiç çarpmamayı öğrenmiş. Bunun üzerine cam bölmeyi çıkarmışlar. Köpekbalığı oralı bile olmamış. Kendisinin sadece o bölme alanına kadar yüzebileceğini sanıyormuş. Artık diğer balıkları yiyemeyeceğini anlamış ve balıklara dokunamamış. Çünkü köpekbalığı çaresizliği öğrenmiş.


ZIPLAYAN PİRELER
Öğrenilmiş çaresizlikle ilgili psikologlar bir pire deneyi yaparlar. Pirenin ne kadar zıpladığını ölçerler ve 50 cm zıpladığını görürler. Pireyi yüksekliği 30 cm olan cam kavanoza koyarlar. Kavanozun ağzını kapatırlar. Kavanozun altından ısıtırlar. Pire ısındıkça zıplar ve zıpladıkça kapağa çarpar. Bir süre sonra pire kapağa çarpmamak için 29 cm sıçrar, düşer. Ama kapağa çarpmaz. Pire bunu alışkanlık haline getirdikten sonra kavanozun kapağını açarlar. Pire hala 29 cm sıçrıyor. Hâlbuki eskiden 50 cm sıçrardı. Pire bu deneyle 29 cm’ den fazla sıçrayamayacağını öğrenir.

Bizler de çoğu zaman öğrenilmiş çaresizliği içselleştirir ve kendimizi olaylar karşısında “kurban” olarak algılarız. Böylece yaşamlarımızın sorumluluğunu diğerlerine veririz.

Çaresiz olduğumuzu düşünmek ve kurban rolünü oynamak bağımlılığa, bağımlılıkta eylemsizliğe neden olacaktır. Diğer bir deyişle, mevcut durumumuzu ve bundan kaynaklanan rahatsızlıklarımızı çözmek için harekete geçmeden, gücümüzü yadsıyarak, başımıza gelenler için sadece başkalarını suçlama eğilimine gireriz. Yaşadığımız olumsuzluklar onlar yüzündendir! 

Aile düzenimizde, iş hayatımızda, toplumsal düzenimiz de değiştiremediğimiz, kontrol edemediğimiz ve bizi sıkıntıya sokan onlarca şey olabilir. Kontrol edebileceğimiz tek şeyin kendi duygularımız ve düşüncelerimiz olduğu gerçeğini kabul ettiğimiz an “kendimizle ilgili sorumluluk alma bilinci” oluşturmaya başlarız.

Sorumluluğun birçok anlamı vardır burada bahsedeceğim sorumluluk, kendi özümüzü, duygularımızı hatta acı çekişimizi bile kendimizin yarattığının farkına varmaktır. Bu sorumluluğu kabul etmeyen, çektiği sıkıntı için başkalarını suçlamaya devam eden bireyler için hayat sadece suçlamalardan ve savunmalardan ibarettir. Oysaki kişisel değişim, kendi durumumuzun, mutluluk ve başarımızın başka birisi veya dış bir güçten değil bizden ve tercihlerimizden kaynaklandığının farkında olmayı gerektirir.

Çünkü biliyoruz ki; kendimizi değiştirebiliriz, yeni seçimler yapabiliriz, değerler sistemimizi yenileyebiliriz.  Daha iyi hissetmek için bizi mutsuz eden kişilerden, olaylardan, mekânlardan uzaklaşma hakkımızı kullanabiliriz. Kendimiz olma sorumluluğundan kaçınmak için geliştirdiğimiz onlarca taktiği bırakabiliriz Diğerleri bazı şeyleri dayatabilirler ancak bir şeyi yapıp yapmama kararı ve o kararı uygulamak bizim irademiz altındadır. Sorumluluk almaya başladıkça başkalarını daha az suçlayacak, başkalarını daha az suçladıkça daha az öfkelenecek, daha az öfkelendikçe de gücümüzü değişim ve mutlu olmak için harcayacağız.

Şimdi gelin yukarıda yapılan deneyler ve sonuçlarını kendimize uyarlayalım.

İşletmenizde sorunlarla boğuşurken ve çözüm bulmaya çalışırken kafanızda size engel olan düşüncelerinizi bir kenara bırakmakta fayda var.

Sizler, öncelikle kafanızdaki öğrenilmiş çaresizlik duygusunu atmanız gerekmektedir. Bu duygudan kurtulduğunuzda birçok şeyi başarabileceğinizi göreceksiniz.

Mesela:

  • Bu çalışanlarla bir yere varamam.
  • Biz kim, dünyaya mal satmak kim.
  • Bu ihalede, bu kadar büyük firma varken, işi bize vermezler.
  • Teknolojiye yatırım yapsam da bana ne getirisi olacak ki?
  • Küçük olsun, benim olsun. Büyüsem de ne olacak ki?
  • Bizim sektör, hiçbir sektöre benzemez. Ne yaparsan yap bazı şeyleri değiştiremezsin.
  • Biz babamızdan böyle gördük.
  • Eski köye yeni adet mi getireceğiz?
  • ve
  • ve
  • ve
  • Biz ne kadar uğraşsak ta, büyümemiz ve gelişmemiz mümkün değil

Bunlar gibi olumsuz düşünceleri çoğaltabilirsiniz.

Öncelikle sizlere şunu tavsiye ediyorum; kafamızda bize engel olan ve yapacağımız veya yapmayı düşündüğümüz çalışmaları engelleyen bu duygudan sıyrılmamız gerekmektedir.

Kaynak: Mehmet Sayım Karacan / Mehdi BARAN PDR UZMANI / Saynur Nevres Kaya  http://www.turkceciler.com/forum/forum_posts.asp?TID=2433

Makaleler kategorisine gönderildi | Öğrenilmiş çaresizlik kavramı için yorumlar kapalı

Mobbing Kavramı ve İşletmelerde Durum….

Son zamanlarda birçok yerde bana iletilen bazı şikayetler üzerine sizlere bir kavramdan, yurt dışında oldukça bilinen, ancak ülkemizde pek fazla bilinmeyen bir kavramdan yani “Mobbing” kavramından bahsetmek istiyorum.

Peki nedir Mobbing?

Bir çeşit psikolojik terör olarak adlandırabileceğimiz bu yeni ve yıpratıcı çatışma şekline “mobbing” deniliyor.

Mobbing, duygusal bir saldırıdır. Hedefi ise bir işyerindeki kişi veya kişiler üzerinde, bir kişi veya bir grup tarafından sistematik baskı yaratılarak, ahlak dışı yaklaşımlarla çalışanın iş performansını ve dayanma gücünü yok ederek, işten ayrılmaya zorlamaktır.

Mobbing, gelişmiş ülkelerde cinsel tacizin de önüne geçmiş olan bir psikolojik saldırı şeklidir. Genelde üst düzey yönetim kadrosu tarafından uygulanmaktadır. Araştırmalar “mobbing” mağdurlarının çoğunun otuzlu yaşlarda, iyi eğitimli hatta yüksek lisans, doktora gibi derecelerinin olduğunu göstermektedir. Parlak kariyeri olan bu kimseler, eski tarz yöneticiler için bir tehdit oluşturmaktadır, bu nedenle saf dışı bırakılmalıdır.

Mobbing işletmeler bünyesinde bulaşıcı bir hastalık gibidir. Tedbir alınmazsa işletmenin tüm organlarına yayılabilir. İşletmelerde güven, sevgi ve saygı azalır; motivasyon yok olur. Çalışanlar ve yöneticiler arasında uyumsuzluk baş gösterir ve iş verimliliği düşer.

Duygusal saldırıya uğrayan kişi, her sabah güne iş stresi ile başlar ve işe gitmek istemez. İçinde bulunduğu çaresiz durum, kişinin sağlığını ciddi anlamda tehdit eder.

Mobbing durumunda saldırgan yaş, din, ırk, cinsiyet gibi konularda ayrımcılık yapabilir; bunun da ötesinde, kişiyi iş yaşamından dışlamak amacıyla psikolojik taciz, kötü davranış, uygun olmayan görev ve adaletsiz maaş yöntemiyle yıldırmak isteyebilir.

Mobbinge uğrayanların genel özellikleri;

  • İşini çok iyi, hatta mükemmel yapan;
  • İlişkileri olumlu olan ve çevresindekilerce sevilen;
  • Çalışma ilkeleri ve değerleri sağlam, bunlardan ödün vermeyen;
  • Dürüst ve güvenilir, kuruluşa sadık;
  • Bağımsız ve yaratıcı;

Bu saldırılar, zorbanın yeteneklerinden üstün özelliklere sahip olan kişilere yöneliyor.

Zorbalar ise, aşırı kontrolcü, korkak, nevrotik ve iktidar açlığı olan kişiler olarak tanımlanıyor. (Leymann)

Mobbing uygulayan kişilerin ve kurbanların kişilik özellikleri ve işyeri koşulları mobbingin nedenlerini açıklıyor. Leymann bunları dört başlık altında topluyor:

  • Kişileri grup kuralını kabul etmeye zorlamak
  • Düşmanlıktan hoşlanmak
  • Can sıkıntısı içinde zevk arayışı
  • Önyargıları pekiştirmek

Ek olarak mobbing uygulayanın kötü kişiliği ve patron olarak bunu hak olarak görmesi, şişirilmiş benmerkezcilik, narsist kişilik, çocukluk travmaları da sayılabilir.

Bodsky Taciz edilmiş çalışan adlı kitabında, “taciz ya da rahatsız etme, insanların kendilerini ayrı tutma ve ayrıcalıklarını korumak için kurulu bir işleyişin olmadığı zaman başvurdukları bir yoldur” şeklinde tanımlamaktadır.

İşletmelerde ve kurumlarda görülen yaygın mobbing davranışları şunlardır:

  • Yapılan işler sürekli eleştirilir.
  • Kişi umursanmaz ve sanki yokmuş gibi davranılır.
  • Dini ve siyasi görüşleriyle alay edilir.
  • Hakkında asılsız söylentiler çıkartılır.
  • Hareketleri taklit edilmek suretiyle gülünç duruma düşürülür.
  • Cinsel imalarda ya da sözlü cinsel tacizde bulunulur.
  • Verilen işler geri alınır. Kişinin kendine güveni sarsılır.
  • Kişinin itibarını ve kariyerini zedelemek için yeteneği dışında işler verilir.
  • Psikolojik ve fiziksel olarak ağır işlerde görevlendirilir.


Mobbing işletmelerin yapısına göre hem dikey hem de yatay olarak uygulanabilir. Yani hem üstler astlarına hem de eşit konumda olan birimler birbirine karşı duygusal saldırı silahını kullanabilirler. İşletme, bu davranışları görmezden gelir ya da kışkırtırsa mobbing yani işyerinde duygusal saldırı gerçekleşmiş olur.

Kurbanın üzerindeki etkileri

Mobbing insanın mesleki bütünlük ve benlik duygusunu zedeler, kişinin kendine yönelik kuşkusunu artırır, paranoyaya ve kafa karışıklığına neden olur, kurban kendine güven duygusunu yitirir, kendisini yalıtabilir, huzursuzluk, korku, utanç, öfke ve endişe duyguları yaşar. Mobbing, ağlama, uyku bozuklukları, depresyon, yüksek tansiyon, panik atak, kalp krizine kadar giden sağlık sorunları ve travma sonrası stres bozukluğu yaratabilir.

Western Washington Üniversitesi profesörlerinden sosyal psikolog Gary Namie’ye göre, zorbalık kurbanlarının %41’i bunalıma giriyor, kadınların %31’i, erkeklerin %21’i Travma Sonrası Stres Bozukluğu (PTSD) teşhisiyle bir kez daha işyerine dönemeyerek çalışamaz oluyor. Tam anlamıyla çalışanın kuruma ve topluma olan katkısı sıfırlanıyor.

Durdurulabilir ya da engellenebilir mi?

Durdurmak ya da engellemekten önce sorunun varlığını anlamak gerekir. Konu, Türkiye’de ne yasal olarak tanımlanmış ne de bilinen bir olgu haline gelebilmiştir. Sınırlı sayıda insan kaynakları uzmanı ve sayılı psikologun dışında ne sendikalar ne de çalışma bakanlığı böyle bir sorunu gündemine almamıştır. Bu durumda sendikaya danışıldığında ya sorun anlaşılmayacak ya da işyerlerinin doğal bir süreci olarak görülecektir. Çünkü yaygın işsizlik ortamında başka birinin çalıştırılmak istenmesi mümkündür ve sırf bu nedenle bu tip davranışlar sergileniyor olabilir. Mobbing aslında sıkça karşılaşılan yıldırma kavramından çok uzak gibi görünmese de yıldırma olgusu genel kabul görmüş ve engellenmesi için çalışılmayan bir konu olduğu için, hem olayın psikolojik boyutlarının hem de korunma ve önlemlerin öne çıkarılması açısından mobbing kullanılmaktadır.


Mobbing terörüne maruz kalanlar yaşadıklarının bir işyeri sendromu olduğunu kavramalı ve uğradıkları tacizin kendi suçları olmadığını anlamalı, pes etmemelidirler. Psikolojik yardım almak, işyerinde bulunan bilge kişilerin görüşlerinden yararlanmak gerekebilir. Mobbing her işyerinde ve her tür kuruluşta olabilir. Uzmanlar mobbing (duygusal saldırı) sendromuna yakalanan bir kişinin topluma maliyetinin, yıllık gelirinden fazla olduğunu belirtiyorlar. Acı olan, gelişmekte olan ülkelerde çok sayıda çalışanın benzer durumda olması ve bunun ciddi anlamda psikosomatik rahatsızlıklara neden olabileceğinin bilinmesidir. Bu gerçeğin farkında olabilen yöneticiler farklılıkları yöneterek, anlaşmazlık, uyumsuzluk, zıtlaşma ve birbirine ters düşme gibi durumlarda güç ve otoritelerini kullanarak bu tür çatışmaları çözümleyebilmelidirler. Aksi takdirde işyerinde duygusal saldırıya uğramış olan yüksek zekâ ve vizyon sahibi kişilerden oluşan çok sayıda insan kaynağı yok yere heba edilmiş olur.

Yapılması gerekenler

  • Zorbaya açıkça duruma itiraz ettiğinizi söyleyin, taciz edici söz ve davranışlarını durdurmasını isteyin. Yanınızda güvendiğiniz ve gerekirse tanıklık edebilecek bir iş arkadaşınız bulunsun.
  • Olayları, verilen anlamsız emirleri ve uygulamaları yazılı olarak kaydedin.
  • İlk fırsatta zorbayı yetkili birine rapor edin, eşitiniz ise üstünüze, üstünüz ise yönetim kurulu ve insan kaynaklarına durumu açıkça ve kanıtlarıyla bildirin.
  • Gerekiyorsa, tıbbi ve psikolojik yardım alın. Hem yardımcı olacaktır hem de kanıt oluşturacaktır.
  • Şikâyetiniz hakkında kuruluşunuz içinde ne yapıldığını araştırın.
  • İş arkadaşlarınızla durumunuzu paylaşın, onlar da aynı şekilde rahatsız olabilirler, grupça başvurmanız daha etkili olabilir.

Bunlar mobbingi bir bütün olarak durdurmuyorsa hukuksal başvuru için elinizde yeterince malzeme toplanmış olur. Suç olarak tanımlanması da uygulamaların azalmasında katkı sağlayacaktır. Hem mobbingcilerin geri çekilmesini sağlayacak hem de kurbanların çaresiz kalmasını engelleyecektir.

Avrupa’da konuyla ilgili çok sayıda dava bulunmakta ve ağır para cezaları uygulanmaktadır. Benzer davaların Türkiye’de de açılmasının sağlanması, mobbing konusunda bir bilinç oluşturulması ve mobbing yapanların keyfi davranışlarının sınırlandırılması ve son kertede ortadan kaldırılması, sendikaların bu konuda etkinliklerinin artırılması mobbingin azaltılması yönünde önemli bir adım olacaktır.

Türkiye’de mobbing davaları açılmaya başlanmış olup, Şubat 2006’da Jeoloji Mühendisleri Odasına dava açan Tülin Yıldırım bu davayı Aralık 2006’da kazanarak ilk örneği oluşturmuştur. JMO tarafından Yargıtay’a itiraz edilen karar, mahkeme tarafından da Temmuz 2008’de onanması ardından hukuki olarak mobbing davalarının önünü açmıştır.

Kaynaklar

http://www.ikademi.com/orgut-sosyolojisi/1068-mobbing-nedir-tanimi-ve-onemi.html

Makaleler kategorisine gönderildi | Mobbing Kavramı ve İşletmelerde Durum…. için yorumlar kapalı